““Hür olmadığı halde kendini hür sananlar kadar köle yoktur.” Goethe
Türk milleti, dünyada pek az milletin sahip olduğu ve zor zamanlarda su yüzüne çıkan bir milli kenetlenme ruhuna sahip. Ciddi tehditler altında, farklılıklarımızı bir kenara atıp bir ordu disiplininde Türk milleti olarak tek sıra dizilebilme gücümüz, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran toplumsal iradenin özünü oluşturur. Geçtiğimiz yüz yıla yakın zamanda toplumsal DNA’mıza etki edecek pek çok değişime maruz kalsak da, Barış Pınarı gibi operasyonların toplumdaki yansımaları gösteriyor ki, milli kenetlenme ruhumuz olduğu yerde duruyor.
Kimi bilim insanlarına göre, bu toplumsal kenetlenme içgüdüsü, zor bir coğrafyada ayakta kalabilme zorunluğundan kaynaklanan bir evrimleşme sürecinin sonucu. “Rüzgar ne kadar sert eserse, ağaç da o kadar sağlam olur” deyimini doğrular bir bakış açısıdır bu. Konuyu evrim üzerinden ele alır. Belki de hepimizin bilinçaltında şu gizli kod saklı. “Bir arada kal ya da yok olursun”. Millet olarak kenetlenme içgüdüsünü, insanların grup halinde kendini tehditlere karşı güvende hissetmesinin bir üst aşaması olarak da görebiliriz. Dünyanın en değerli topraklarında yaşıyor olmanın bir bedeli de, savaş, entrika ve türlü felaketlerle dolu bir tarihe sahip olmamızdır. Ancak bu bedele karşın sürekli tehdit altında yaşamanın topluma sağladığı öğretiler de milli kenetlenme refleksimizi besleyen bir faktördür. Asıl önemli nokta ise milli refleksimizin terör saldırıları gibi sadece görünür tehditlerde ortaya çıkması. Bu görünür tehditler, üzerinden yüz yıl geçmesine karşın Sevr paranoyasını yüzeye çıkartır ve tehdit algısının ana unsurları da bölünme ve toprak kaybı olarak belirir. Toprak kaybı gibi tehdit algıları o kadar baskın hale gelir ki, görünür tehditler bağımsızlığımıza kasteden asıl tehditlerin üzerini örter. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu en büyük tehdit topraklarını kaybetmek midir? Eğer bu soruya “Evet” yanıtını veriyorsanız hepimizi boyunduruğu altına almış asıl tehlikeyi atlıyor olabilirsiniz. Biz bu topraklara gerçekten sahip miyiz? Elinde silah taşıyan bir tetikçi, silahı sadece patronunun iradesinde kullanabiliyorsa, o silahın sahibi kimdir? Bu soru bizi daha derinlerdeki bir soruya götürür. Toprağa sahip olmanın aidiyet hissi dışında bizlere sağladığı nedir?
Bu topraklarda binbir uğraşlar sonucu elde ettiğimiz ekin bize ait olabilir ama bunu değerinde satamıyorsak ve bu topraklarda ürettiğimiz değer, diğer ülkelerden satın aldığımız ürünlere yetmiyorsa, alın teri ve emeğimiz bizi sadece borçlu ve stresli bir çiftçi haline getiriyorsa, biz bu toprakların sahibi miyiz, yoksa bu toprakların kölesi mi olduk? Haftada 80 saat çalışıp yine de düzgün sağlık ve eğitim hizmeti alamayan, borç içinde ve gelecek kaygısıyla yaşayan milyonlarca insanımız bu toprakların efendisi mi yoksa kölesi mi? Yılda 12 milyar dolara yakın dış borç faizi ödüyorsak ve bu borçlar yeri geldiğinde bağımsız karar alma irademize bile gem vurabiliyorsa, kendimizi bu toprakların sahibi olarak nitelendirebilir miyiz? Goethe’nin sözünü hatırlatmakta yarar var. “Hür olmadığı halde kendini hür sananlar kadar köle yoktur.”
Her gün kaybettiğimiz ama daha farkında bile olmadığımız bu savaşın adı ekonomik savaş.
Kendimizi özgür ve bağımsız ilan ediyoruz ama ne kadar inkar etsek de işgal altındayız. Ne tür bir işgal altında olduğumuzu ABD Başkanı Trump’un Türkiye’yi tehdit eden küstah açıklamalarında bulabiliriz. Trump, Türkiye’yi tehdit ederken, “füze atarım” ya da “yüzbinlerce asker yollarım” gibi sözler yerine “ekonominizi çökertirim” diyerek tehdit etti ve aslında kendimize ait olduğunu sandığımız ekonominin ana hissesinin ABD’nin elinde olduğunun altını çizdi. Bir anlamda ekonomik savaşın işgal hükümlerini tarafımıza okudu.
Ülkeleri işgal etmenin yöntemleri tarih boyunca değişse de işgalden hedeflenen menfaatler nadiren değişiklik gösterir. Bir ülke başka bir ülkenin topraklarını askeri güç kullanarak işgal ettiğinde, o toprakları kendi ülkesinin menfaatine kullanır. O topraklarda yaşayanları da kendi vatandaşlarının menfaati için çalıştırır. İşgalin amacı, ülkenin kaynaklarını sömürmek ve bu sayede küresel rekabette güç kazanmaktır. Yüz yıl önce işgal mekanizması direkt olarak işgal edilen ülkelerin vatandaşlarını köle gibi çalıştırarak elde ediliyordu. Ülkenin petrol kaynakları işgal ediliyor, işgal edilen ülkenin vatandaşları karın tokluğuna çalıştırılıyor ve petrolden kazanılan para da o ülkenin vatandaşları yerine işgalci ülkenin vatandaşları lehine kullanılıyordu. Geçtiğimiz yüzyılda her türlü değeri paraya çevirdik ve dolayısıyla işgalin yöntemi de değişti. Bugün işgal mekanizması insanlara gem vurup köle gibi çalıştırmak yerine, insanları özgür olduğuna inandırıp çalıştıran ve uluslararası hukuka uygun bir mekanizmaya dönüştü. Çalışan milyonlarca insanın yarattığı değeri para olarak çalmak çok daha efektif bir yöntem haline geldi. Üstelik ekonomik işgal çok daha sürdürülebilir bir yöntem.
Geçmiş yüzyıllarda, toplumların işgale karşı direniş olanaklarını köreltmek amacıyla ülkenin ikmal yolları tıkanır, köprüleri ve yolları bombardıman ile tahrip edilir, deniz yolu ulaşımları abluka altına alınırdı. Aynı zamanda bir direnişi örgütleyebilecek toplum önderleri ortadan kaldırılmaya çalışılır ve işgal için uygun ortam oluşturulurdu.
Ekonomik savaş tekniğinde ise işgal edilecek ülkelerin direniş gücünü ortadan kaldırmak için, ilk saldırı bu ülkelerin bilim ve teknoloji üretme kapasitelerine yapılıyor.
Toplumların teknoloji geliştirmelerine engel olunuyor. İşgal edilen ülkeye fayda sağlayabilecek insan kaynağı, yüksek ücretler ve huzurlu bir yaşam vaadi ile transfer ediliyor. Milli şirketlerin büyüyüp küresel bir güç olmaları engelleniyor. Bugün Türkiye’yi değiştirmeye kabil ne kadar yetişmiş beynimiz varsa ABD ve Avrupa’nın gözlemindedir. Bizim yetiştirdiğimiz değerlere daha iyi koşullar sağladıkları için elbette Batıyı suçlayamayız. Ancak Türkiye’de kalıp ülkesine hizmet etmeyi seçen kişilerin başına gelenleri de yok sayamayız. Isparta’da yaşanan uçak kazası, intihar eden Aselsan mühendisleri ile ilgili şüphelerimiz halen sıcaklığını koruyor. Bunun yanında Türk Silahlı Kuvvetlerinde millileşmenin önünü açan komutanlar da Fetö çetesinin ilk kurbanları arasında yer alıyordu. Silah üreten, teknoloji üreten, marka üreten ve bu sayede büyük bir ekonomik güç elde eden ülkeler karşılarında olabildiğince az rakip olmasını ister ve rekabet şartlarını değiştirebilecek herkesi tehdit olarak görürler. Bu ülkeler Türkiye’deki değerleri Türkiye’den daha önce tespit etme gibi bir yeteneğe de sahipler. Aziz Sancar’ı ya da ona Türkiye’nin bilim üretmesi için her türlü olanağı sağlayan ABD’yi suçlayabilir miyiz?
Ekonomik işgalin en önemli silahı da borçlandırmadır. Ülkelerin iradesi borç ile abluka altına alınır.
Çok satanlar listesinde bulunan John Perkins’in kaleme aldığı Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları kitabı borçla işgal mekanizmasını gerçek olaylara dayandırarak tüm açıklığıyla göz önüne seriyordu.
"Ekonomi tetikçisi olarak bizlerin amacı küresel imparatorluk kurmaktır. Bizler, diğer ülkeleri şirketlerimizin, hükümetimizin, bankalarımızın, kısacası benim şirketokrasi diye adlandırdığım kurumsal yapının kölesi haline getirmek için uluslararası finans kuruluşlarını kullanan elit bir grubuz. Mafyanın yaptığı iyilikler gibi Ekonomi Tetikçilei de görünüşte bazı iyilikler yapar. Örneğin elektrik santraller, otoyollar, limanlar, havaalanları, teknoparklar gibi altyapı hizmetleri için borç temin ederler. Bu borçların ön koşulu, bütün bu projelerin Amerikan inşaat ve mühendislik firmaları tarafından gerçekleştirilmesidir. Aslında paranın çoğu Amerika’yı hiç terk etmez; yalnızca Washington’daki bankalardan New York, Houston veya San Francisco’daki mühendislik firmalarına transfer edilir. Para hiç vakit geçirmeden şirketokrasi üyesi şirketlere (kreditörlere) döndüğü halde borçlu ülkenin anapara artı faizin tamamını ödemesini isteriz. Eğer Ekonomi Tetikçisi çok başarılı ise borç tutarı o kadar büyük olur ki birkaç yıl sonra borçlu ülke ödemeleri aksatır. Bu olduğunda biz de mafya gibi diyetini isteriz." Birleşmiş Milletler’de Amerika’nın isteği doğrultusunda oy verme, askeri üs kurma veya petrol gibi değerli kaynaklara el koyma şeklinde olabilir bu diyet. Buna rağmen borçlunun borcu devam eder. Böylece küresel imparatorluğumuza bir ülke daha eklenmiş olur.
Ekonomik savaş, John Perkins’in itirafnamesinde kaleme aldığı şekliyle uygulanmaya devam ediyor. Yüz yıldır yabancı devletlerin tehdit ve oyunlarıyla baş etmenin verdiği bir paranoyaklığımız olmasına karşın, yine de ekonomik savaşın yarattığı tehditlerin tam anlamıyla farkında değiliz. Borçlanmayı bir boyunduruk olarak görmek yerine bunu para piyasalarını coşturan olumlu bir gelişme olarak kutluyoruz. Bu coşku içinde de 2002 yılından bu güne kadar 170 milyar dolara yakın, yani Türkiye’nin yıllık bütçesinin üzerinde bir rakamı sadece dış borç faizi olarak ödediğimizi unutuyoruz. Piyasalar kısa vadeli geleceği satın alır. Türkiye dış borç bulduğunda, piyasalar bu borcun sağlayacağı geçici bolluğa konsantre olur ama bundan on yıl sonra bu borçlanmanın yaratacağı çıkmazı satın almak istemez. Ta ki uzakta gözüken o tehditler, yarın kadar yakına gelene dek. Borç sarmalı su içine atılan kurbağa deneyine benzer. Bir kurbağayı kaynar suya atarsanız bir anda sıçrayarak kendini dışarı atar. Ancak aynı kurbağayı ılık bir suya atıp, suyun sıcaklığını yavaş yavaş artırırsanız, kurbağa sıcaktan ölene dek suda kalır. Ekonomik savaş teknikleri de ülkelerin içine atıldığı borç kazanının sıcaklığını ağır ağır artırır.
Ekonomik savaşın en etkili silahlarından biri de hedefteki ülkelerde hukuk ve adalet yerine usulsüzlük ve yolsuzluğun hakim kılınmasıdır. Eğer tüm iradeyi para ile ölçülür hale getirebilirseniz, yani herkesin bir fiyatının olduğu bir ekosistem yaratırsanız, parası çok olan ülkeler lehine bir denge yaratmış olursunuz. İrade para ile satın alınabilir hale geldiği andan itibaren, en yüksek teklifi veren iradeyi de satın alabilir. Rekabet parası çok olandan yani gelişmiş ülkelerin lehine işler hale gelir. Ülkenin medya kanalları, kanaat önderleri, gelecek vadeden şirketleri üzerinde fiyat etiketiyle dolaşan metalara dönüşür.
Türkiye’deki mali denetimin ciddiyetsizliği, kayıt dışı ekonominin yüksekliği ve yolsuzluğun olağan hale gelmesinde içinde bulunduğumuz ekonomik savaşın da etkisi vardır. Kayıt dışı ekonomi yüksek olursa kayıt dışı ekonomiden beslenenlerin siyasi ilişki ihtiyacı da yüksek olur. Siyaset ve kayıt dışı ekonomi arasında yükselen ilişkiler de mali denetim üzerinde siyasi bir baskı aracının doğmasına sebep olur. Kısa vadede toplumun değerleri ile çelişen bu ilişkiler uzun vadede toplumsal bir norm olmaya başlar. Yolsuzluk, siyasetin ayrılmaz bir parçası olarak algılanır. Son yıllarda yapılan kamuoyu araştırmaları, Türkiye’de hangi siyasi parti başa gelirse gelsin, toplumun yolsuzluğun biteceğine dair bir inancı olmadığını gösteriyor. Yani toplumun siyasetten, yolsuzluğu ortadan kaldırma gibi bir beklentisi kalmamış durumda. 1984 yapımı Şener Şen’in başrolünü oynadığı Namuslu filmi, toplumdaki yozlaşan değer algısını resmediyordu. Namuslu olmanın “aptallık” sayıldığı, helal para kazananın itilip kakıldığı bu düzen o yıllardan bugüne devam ediyor. Geçtiğimiz 40 yılda, Türki siyaseti, namuslu insanları dar bir şeride sığdırırken, namussuzlara ise geniş otobanlar sağlamaya devam etti.
Adalet beklentisini yitirmiş, adaletli bir devlet anlayışından yüz çevirmiş toplumlarda milli bilinç erozyona uğrar. Önce milletim algısı yerini “önce ben ve ailem” algısına bırakır. Torpille işe girmek ahlaksızlık olarak kabul edilmez, tam tersine bir kazanım haline gelir. Bu yolsuzluk şartlarına ayak uydurmakta direnen bir avuç dürüst insan ailesinden ve çevresinden de baskı görmeye başlar. Dürüstlükten yana her tavır “Aptal olma, Türkiye’yi tek başına sen mi kurtaracaksın?” gibi fırsatçılığı yücelten karşı tezler altında ezilmeye başlar. Bir ülke değer yargılarını yitirdiğinde, ekonomik işgalden kendini kurtaracak tüm milli reflekslerini de yitirmiş olur.
Yorumlar